19 Mart 2010 Cuma

Nüfus cüzdanındaki din hanesi ve Mescid-i Aksa


Bu başlık da ne? Tribünlere mi oynuyorsun diye sormayın. Nüfus cüzdanındaki ‘’Din hanesi ile Mescid-i Aksa arasında çok büyük bir bağ var. Peki, nedir bu bağ?

Türkiye’de nüfuz cüzdanında yer alan din hanesi ile ilgili tartışmalar sık sık gündeme gelir. Kimi bu hanenin kaldırılmasını kendi açısından bin bir çeşit nedenler ile anlatır yazarçizer. Kimi ise din hanesinin nüfus cüzdanını süslemeye devam etmesinde ısrar eder.
Sizi bilmem ama ben din hanesinin ısrar ile nüfuz cüzdanında yer almasını isteyenlerindenim. Çünkü ben Kudüs’te yaşıyorum.

Kudüs’ü herkes bilir. Şehir ile ilgili kurulan en meşhur cümle üç büyük dine ev sahipliği yaptığıdır. Müslümanlar, Hıristiyanlar Yahudiler bu şehirde iç içe yaşarlar. Yaşarken iyi anlaşamazlar ama mezarları yakındır hatta bazen koyun koyunadır.
Eski şehrin sokaklarında gezerken, İslam’ın Hilali’ni, Yahudilerin Davut yıldızını ve Hıristiyanların Haçı’nı yan yana görmek mümkündür. 
Bazen parke yollarda sizi bir bedevi, Bazen bir Ortodoks Yahudi bazen sanki orta çağdan çıka gelmiş bir Hıristiyan karşılar. Şayet Kudüs’e alışkın değilseniz arkasından bakakalırsınız bu insanların.
Nerdeyim ben? Kim bu adamlar paranoyasına yakalanırsız. Ezan ve çan sesi birbirine karışır. Yahudiler ağlama duvarında ileri geri sallanırken 2000 yıllık ayrılıklarına gözyaşı döktüklerine şahit olursunuz, Hıristiyanların Via Dolorosa’da kendilerini İsa’nın yerine koyduklarını ve dövünerek dev çarmıhlar taşıyarak yürüdüklerini görürsünüz. Ve Müslümanların İslam’ın en önemli üçüncü mescidine girip ibadet edebilmek için İsrail polisi ile çatışmalarına şahit olursunuz.
Kudüs farklı bir yerdir. İlk görüşte aşık olmak gibi bir şeydir Kudüs. Her seferinde kendinizi önemli hissedersiniz şehrin karma karışık, küçük, dar ve eski sokaklarında gezerken. Kalmak ile gitmek arasında bir şeydir Kudüs. Neden vardır ve neden önemlidir hissedersiniz ama anlamakta güçlük çekersiniz. 

Kudüs ile nüfuz cüzdanındaki din hanesi arasındaki bağlantıya gelince...
Ben her hafta en az 2 kez (şayet sınırlama yok ise) mescide giderim. Mescit sizi çeken bir yerdir. Avludaki meşe ağaçlarının altına oturup, insanın gözünü alan ve binlerce yıllık tarihi içinde barındıran Kubbe-tüs Sahrayı izlemek, kara kubbesi ile mahzun ama bir o kadar da gururlu duran Mescidi Aksa’yı hissetmek her zaman ilaç gibidir.
Bu şehre neden ölmek ve doğmak için gelindiğini size en güzel burası anlatır. Mescide her vardığımda kapı önündeki sözde Mescidi koruyan ve ne olduklarını onlarında tam bilmediği Dürzî İsrail askerleri beni durdurur. Onlara göre Müslümanlar sadece Araplara benzer.
Şayet esmer kavruk tenli değilseniz Müslüman değilsiniz. Bir de sarışınsanız yandınız. Sizden Müslüman olmaz.  Bende sarışın bir adamım. Araplara hiç benzemem. Bir de kılık kıyafetim farklı.
Dürzi askerler beni yüz kişinin içinden seçerler ve her ne zaman Mescide girsem durdururlar. Önce bir selam verirler ve aksanımdan hemen bilirler Arap olmadığımı. ‘’Müslüman mısın’’ diye sorarlar. Aman ‘yes’ demeyin. Kilit cevap Elhamdürillah’tır.
Siz Müslüman olduğunuzu dillendirten sonraki ilk soru nerden geldiğinizdir. Türküm derseniz, pasaport sormazlar ve kimliğinizi isterler. İşte o anda devreye nüfus cüzdanı ve orda ki din hanesi girer. Asker yerini ezberlemiştir. Nüfuz cüzdanınızı hemen ters çevirir ve din hanesin de ki İslam yazısını okuyup ‘’hoş geldin buyur’’ der ve içeri girmenize izin verir.
Kontrol orda bitmez. Bir de avluda gezen Müslüman nöbetçiler vardır. Tipinizden yabancı olduğunu hemen anlar ve yanınıza sokulurlar. İlk soru ‘’Are you muslim ?’’  Cevap belli. Ve yine kimlik muhabbeti.

Şayet nüfus cüzdanındaki din hanesi kalkarsa ben ne yaparım. Kendinden bir haber Dürzî İsrail askerine demokrasi, fişleme, özgürlük terimlerini anlatamam. Anlatsam da anlamaz. Ve ben mescit’e bu tiple hayatta giremem.
Demek istediğim aman ülkemde benden habersiz nüfuz cüzdanıma dokunmasınlar.

Ve unutmadan.  Şayet aranızdan Kudüs’ü ziyaret etmek isteyen varsa onlarda dokundurmasınlar.

5 Mart 2010 Cuma

Filistin’de Osmanlı arşivi ve hayal kırıklığı


Ortadoğu’nun en tartışmalı toprakları sizi her seferinde şaşırtmayı çok iyi bilir. Elden ele dolaşan Kudüs yaşamaya gelinen bir kent değil ölmek için seçilen bir mezar olmuştur. Ve şehrin etrafını çevreleyen taç misali surların dibinde yatan insanlar aslında toprakların kimseye ait olmadığının bir ispatı gibidir. Selahattin buradaydı, Babilyon buradaydı, Osmanlı buradaydı.

Kubbet'ü-s Sahra’yı sözde güvenlik duvarının hemen ardından gören ve insanlarının mescide geçme hakkı bulunmayan ‘Abu Dıs’ kutsal beldenin 400 yıl boyunca Osmanlı hâkimiyetinde olduğunu ispatlayan belgelere ev sahipliği yapıyor. Etrafını çevreleyen ve yıllardır barışın önündeki en büyük engel olarak görülen yerleşim yerleri nedeni ile gelişemeyen küçük Filistin kenti Kudüs’e en yakın Batı-Şeria mahallesi olarak biliniyor.

Abu Dıs’te yer alan Al Kuds üniversitesi bünyesindeki İslam araştırmaları merkezi Osmanlı arşivlerinin de saklandığı bir yer.  Öyle mükemmel ve kusursuz bir arşiv canlandırmayın aklınızda, tozlu raflarda imkânların el verdiği ölçüde muhafaza edilmeye çalışılıyor Osmanlı'nın bıraktığı miras. Arşivin durumu geçtiğimiz yıllarda çok daha vahimmiş, Tika’nın yardımları ile bir nebze de olsa düzeltilmiş. Ancak yine de insanın içi sızlıyor.

İnce bir küf kokan, Filistinli görevlilerin rehberliğinde girdiğim arşiv, Osmanlı döneminden kalma binlerce belgeyi içinde barındırıyor. Kanuni’den diğer padişahlara kadar birçok ferman, kentin o dönemki demografik yapısını gösteren belgeler, makbuzlar, tuğralar.

Benim dokunmaya kıyamadığım belgeleri Filistinli görevliler bize göstermek için evirip çeviriyor.  Ve her seferinde içim gidiyor.

İsmini hatırlamadığım bir görevli en az 300 yıllık bir fermanı önüme getiriyor ve okuyup okuyamadığımı soruyor. Ne cevap vereceğimi bilemiyorum. Yutkunuyorum. Kem-küm ediyorum. Ve sonunda her ikimizde de büyük bir hayal kırıklığı.

Çok iyi hatıllıyorum henüz çocuktum, köyümüzün kabristanlığında babam, büyük dedemin mezarını göstermişti, mezar taşını okuyamamış ve hayıflanmıştım. Aynı duyguları yeniden yaşadım.
Bana, bize ait olan bir parçaya bakakaldım, okuyamadım. Dedemin mirasını anlamayacak kadar cahil olduğumu kabullenmek zor geliyor. Oysa aynı ben bir başka lisanı öğrenmek için Avustralya’da yıllarımı verdim.
Şimdi Arapça ve İbranice öğreneceğim diye çabalıyorum. Ve tek suçlu olarak kendimi görüyorum.  Hayretler içerisinde sadece bakakaldığım onca belgeyi geride bırakarak ayrılmaktan başka çarem kalmadı tozlu arşivlerin arasından.